23 Nisan 2018 Pazartesi

ARI VIZ VIZ VIZ...


                   Aaaarııı vızz vızz vızz...Bizim küçük şekerlerin dediği gibi.. Vız vız vızzz!

   Neymiş bakalım bu vız vız arı?   İlk akla gelen zehirli iğnesi mi? yoksa eşsiz olan balı mı? 
  Onları en tatlı anlatan hiç şüphesiz dünyalar tatlısı çocuklarımızdır; aaarı vızz vızz vızz! ama ilginçtir ki onların da arı deyince ilk akıllarına gelen arının iğnesi ve sokması oluyor nedense. Aslında gerçekçi olmak gerekirse bazı yetişkinler de öyle. Genelde biz yetişkinler için arı denince akla gelen tabi ki arıların eşsiz olan ürettikleri BAL'dır.

    Arılar, bahar gelip çiçekler açtığında hızla işe koyulurlar. Tek dertleri kendileri için kışlık yiyecek stoklarını üretmektir. Tabi bu stoklar bal gibi kıymetli bir ürün olunca hemen biz insanların ellerini ovuşturmasına ve iştahlarını kabartmasına sebep olmuştur. Arılar için o kadar zahmetlidir ki bal üretmek, inanın bu zahmeti biz insanlar çekmiş olsaydık bal belki de bir altın kadar kıymetli olurdu. Üreten arı gibi çalışkan, üretken ve bencil olmayan bir canlı olunca durum değişiyor tabi ki! Yaşam süresi ortalama 40 gün olan bu canlı, belki de  daha sonra yiyemeyeceğini bile bile deliler gibi çalışarak bal üretir ve koloniye hizmet eder. 
  Arılarla ilgili şaşırtıcı bir kaç bilgi verelim. Bakalım neler yapar bu CANLAR; 450 gr. bal yapabilmek için 2 milyon çiçeğe konarlar, bir miktar yaklaşık 10mg. polen toplamak için 1500 çiçeğe konarlar(polenleri yavruları beslemek için kullanırlar), yaklaşık 40-45 gün yaşarlar, ömrü boyunca bir arı 1/2 çay kaşığı bal üretir, arılar yaklaşık 150 milyon yıldır yaşayan canlılardır, o ünlü vızırtısını çıkarmak için kanatlarını saniyede 200 defa çırparlar, arılar uyumazlar kısa süre dinlenip gündüzleri nektar toplar ve geceleri de kovanda çalışırlar,bir arı 1kg bal üretebilmek için dünyanın çevresini yaklaşık 6 defa dolaşacak kadar yol kateder, Uçuş hızları ortalama 25km/saattir vs... Albert Einstein; "Arılar yok olduğunda, insanlık dört yıl içinde  yok olur."  diyerek arıların biz insanlar için ne kadar önemli olduğunu dile getirmiştir. Bunun gibi daha bir çok şaşırtıcı özelliklerinden bahsedilebilir.
  
    Bu kadar özellikten sonra arıların ne kadar saygın ve faydalı birer canlı olduğunu anlayabiliyor ve önünde saygı ile eğiliyoruz...Arı denilince iğnesi mi yoksa üretiği BAL mı akla gelmeli artık siz karar verin.
      Haa birde BAL yerken biraz daha düşünün, kıymetini bilin israf etmeyin, israf edeceğiniz bir çay kaşığı BAL, bir kaç arının ömrünün çilesidir...

 Hayatınızın çok ballı geçmesi dileğiyle...  :)

Bir Söz; " Unutma ki ağzında bal olan arının, kuyruğunda da iğnesi vardır." 
                                                                                                                            JOHN LYLY

17 Ocak 2018 Çarşamba

TATLI UYKULAR

     
         Bazen öyle bir an gelir ki gözlerimizi kapatıp derin bir uykuya dalmak, dünyadaki her şeyden çok daha kıymetli gelir biz insan oğluna. Gözümüz hiçbir şeyi görmez, canımız hiçbir şey istemez uyumaktan başka!
 Çünkü o an, uyku her şeyden daha tatlı ve kıymetlidir...
      
         Aslında uyku dediğimiz şey biz insan oğluna bir lütuftan başka bir şey değildir. Biraz da olsa dünyadan, hayattan, sıkıntılardan, mutsuzluklardan ve umutsuzluklardan uzak tutar bizleri, bir o kadar da ruhumuzu bedenimizi dinlendirir. Hani vardır  ya anlık gelen kısa uykular, boşuna dememişler şekerleme diye! Çok tatlıdır çünkü, o şekerleme anı geldiyse uyumadan olmaz illa ki...Hatta bir çoğumuz büyüklerimizden biliriz, oturdukları yerde bir an uyuklayıp kafaların düşüp düşüp kalktığını. Buna rağmen o uyuklamadan vazgeçmediklerini...
   Bir başka manada uyku dediğimiz şey, kısa süreli bir kopuştur aslında dünyadan. Geceleri uykuya geçtiğimiz halden, sabah olduğunda uyana bilme hakimiyeti bize ait değildir, sanki her şeyde olduğu gibi uykuya da doyduğumuz için uyanırız!
    Hal böyleyken, ölüm dediğimiz dünya hayatından tamamen kopuş hali, acaba tatlı bir uyku hali midir? Vazgeçemeyeceğimiz derin bir uyku mudur? Yoksa şekerleme midir? Bilinmez...

  Ölümünüzün tatlı bir uyku olması dileğiyle...

TATLI UYKULAR...

24 Aralık 2017 Pazar

ÖLMEK VAR DÖNMEK YOK MU?

   

      Çok sevdiğimiz bir yere gittiğimizde eğer döneceğimizi biliyorsak o yer bize çok tat vermez aslında. Ne kadar güzel olursa olsun! İlk vardığımızda o yerin güzelliğine rengine kapılırız elbet. Yani geri döneceğimizi bilsek de pek düşünmeyiz döneceğimiz zamanı...Ya da düşünmek istemeyiz. Esasında hep orada kalmak ve oradaki bütün güzellikleri yaşamak, sahip olmak isteriz...
    Mesela  havasıyla, suyuyla, doğal güzellikleriyle belki de çektiğiniz deliksiz bir uykusuyla, unutamayacağınız lezzetlerle dolu olan bir yer. Ya da hasretliğini çektiğiniz uzun zaman ayrı kaldığınız memleketiniz....
   Velhasıl  o yerlere gittiğinizde eğer geri dönüş varsa bu çok da tat vermez insana, hatta dönme zamanı yaklaştıkça eziyete dönüşür döneceğini bilmek. Ne güzelliği kalır ne tadı... Biliyorsun ki ait olduğun yer değildir orası. Sebebi budur belki de... Acaba bundan kurtuluş ait olduğun ve sürekli kalacağın yeri sevebilmek midir? Sevmek midir?
      Evet, şöyle düşünüp bakınca dünya hayatı o kadar  güzel ki; doğal güzellikleri, denizleri, gölleri, dereleri, ırmakları, havası, güneşi, geceleri ve yıldızları...çeşit çeşit lezzetleri, sevgiler, sevdalar ve evlatlar, anneler, babalar, kardeşler hepsi birbirinden kıymetli değerler...
     Düşününce bu kıymetleri, bu güzellikleri bırakıp döneceğini bilmek acı geliyor olsa gerek...
    Bir gün döneceğini bilmek dünya-ahiret hayatında da acı veriyor insana ama insan yine dönüş zamanı yaklaşınca fark ediyor bunu!
   Geldiğinde unutmamalı insan döneceğini, ait olduğu yere göre yaşamalı, en azından hatırlamalı döneceği yeri sevmeli insan sevebilmeli...

   Ölmek de var Dönmek de...

12 Aralık 2017 Salı

MAKAM


    
   


  Makam; mevki, kat, yer. Büyük ve önemli bir görev yeri, manaları taşır. 
     

Önemli bir mevki olduğundan bu yerin kıymeti, yetki ve sorumlulukların derecesi ile eşdeğer olabileceğini anlamak yanlış olmayacaktır. Hayvanlar aleminde bunun karşılığı tamamen somut bir güç ile ölçülebilirken biz insanlar için durum böyle değildir şüphesiz. 
 Peki biz insanlar için makam durumu neye göredir acaba? En yüksek makama nasıl ulaşabilir insan?
  Toplumsal bir varlık olan insan, sahip olduğu bilgi, yetenek ve tecrübeleri çerçevesinde görev ve sorumluluklar yüklenir veya toplum tarafından yetkilendirilirler. Bu çerçevede farklı  mevkilere gelerek yetkileri kapsamında sorumluluklarının gereğini yaparlar. Yani makam sahibi olurlar! Bulundukları bu makamlara göre saygı görürler! ve bulundukları makam derecelerine göre diğer insanlar ile muhatap olurlar. Yüksek mevkilerde bulunanlar daha aşağıda bulunan mevkilerle veya sıradan insanlarla muhatap olmaz hatta aralarına mesafe koyarlar. Bu, onun diğerlerini küçümsemesinden değildir elbet, Makamlarının gereğidir...Seviye farkından dır belki de!
   Hal böyleyken bugün makam sahibi dediğimiz insanlar neden herkes tarafından saygı görmez, benimsenmezler. Makamlarına neden saygı gösterilmez yada takdir edilmezler? Bu durum makamlarının sorumluluklarını yerine getiremediklerinden midir ? yada makamlarının hakkını veremediklerinden midir? Acaba makam dediğimiz şey başka bir mana mı  taşımalıdır? Makamların en yücesi hangi makamdır? İnsan için gelip geçici olan makamlar gerçekten önemli midir?...gibi sorular, gelmiyor değil insanın aklına!
     Hiç şüphesiz öyledir aslında, biz inananlar için. Makamların en büyüğü, her şeyin Sahibi, yetki ve sorumluğu O' na ait olan, Yüce Yaratandır...Esas Makam bu dur. Makam kavramı böyle anlam bulur..Makamların diyoruz, çünkü bu Yüce Makam dışında bu Makam'a yakınlık dereceleri ile derecelendirilmiş makamlar da vardır..O' nun yakınında olanlar, Melekler hatta melekler arasından bir kısmı, peygamberler hatta peygamberler arasından bir kısmı,  insanlar ve hatta insanlar arasından da  bir kısmı, o makamlara sahiptirler.
      Biz insanlar arasında bile makam diye adlandırdığımız dereceler varken Yaradan katında da durumun böyle olduğu yani Makam dereceleri olduğu bilinmektedir şüphesiz...
   Yine insanlar arasında makam sahibine ulaşmak ne kadar zor ise ve bir silsile  gerektiriyor ise, bu yüksek Makam'a ulaşmak daha da zor olsa gerek!                                          Evet, esasında biz insanlar dua yordamı ile ulaşırız ancak, bu en yüksek Makama...Yaradana! Yani yolu budur, böyle bildirilmiştir bizlere.
       Bu manada insanın aklına şu  gelebiliyor; " Her şeye muktedir olan Yaratıcı neden bizimle konuşmaz sorduklarımıza veya dualarımıza neden bizimle konuşarak cevap vermez, hiç düşündük mü? Her insanla ayrı ayrı konuşmaya görüşmeye muktedirdir, bunda HİÇ şüphe yoktur elbet... 
       Peki Neden durum böyledir?  Acaba biz sıradan insanlar Yaradan makamına göre cahil ve bilgisiz miydik?, makam sahibi kişiler olamadığımızdan mıdır? O Yüce Makam' a yaklaşabilmek  ilimle midir?  ve bu ilme paralel yapılan salih amellermidir? O'nun ayetlerini(delil,ispat) okuyabilmek midir? bu Makama yaklaşabilmek ulaşabilmek.
    Bütün bu sorular belki de Bu Yüce Makama yakın dereceler elde edebilmenin yolunu göstermektedir bizlere...
   Ne dersiniz!!!
    

9 Aralık 2017 Cumartesi

MAYA


        


        Mayalar; tek hücreli canlılar grubunda bir çeşit mantardır, içine katıldığı besinlerin yapısını değiştirerek ( besinlerdeki şekeri parçalayıp alkol ve karbondioksit açığa çıkarırlar.) farklı ürünler elde etmek için kullanılırlar. Besinlerin yapısına girerek özünü değiştirirler...
            Maya demişken bu bilgiyi vermeden geçmek olmazdı. Peki biz İNSANOĞLU' nun da bir mayası var mıydı acaba? 

  

       Hiç düşündük mü? Yoktan var etmek, korumak, kollamak, yok etmek (helak etmek), bağışlamak, merhamet etmek ve TEK olmak gibi daha bir çok özelliğini, kısmen taşıyor muyuz acaba insanoğlu olarak, Yüce Yaratıcının...  Yaradanın biz insanoğlunu yaratırken ruhundan üflediği neydi? Bize ne kattı acaba? Akıl mıydı? yoksa ruhumuzun ta kendisi miydi!    
      Yüce Yaradan Allah (c.c.) İnsanı yarattı ve ona ruhundan üfledi. Kendi Öz varlığından! Kutsal Kitabımızda bildirildiği üzere özümüzde "O" büyük Kudretin izlerini taşıyoruz şüphesiz...
     İnsan aklını kullanarak üretir var eder hatta tabiri caizse yoktan var eder. Şu an var olan bir çok şey önceleri yoktu. Çok eski çağları düşünürsek doğada ham olarak var olanlar nesnelerden (taş toprak su ağaç vs.) olmayan nesneleri var ettik aslında..Aklımızı kullanarak, bilimi ve ardından da teknolojiyi kullanarak  olmayan bir çok şeyi  ürettik meydana getirdik. Yüzyıllar önce yaşayan insanlara şu an var olan teknolojiyi gösterme imkanımız olsaydı eğer, bunun ilahi güçler tarafından meydana getirildiği düşünülürdü şüphesiz. Bunları meydana getirebilecek kudreti ve aklı kendilerinde asla bulamazlardı o günün insanları. Yani insan kendi yaptıklarına bile şaşar kalırdı. İnanamaz, anlam veremezdi. Akıl böyle bir şeydi. İnsanoğlu için kendi Kudretinin göstergesiydi.
      Bütün bunların yanında bir de hala tanımlayamadığımız, Ruh dediğimiz bir olguya sahipti insanoğlu. Bilimin henüz tam olarak tanımlayamadığı anlamlandıramadığı Ruh olgusu!
      Merhamet, vicdan, sevgi, aşk, hırs, kin, nefret ve daha bir çok kontrol edemediğimiz duygular, Ruhun tanımında mı var mıydı acaba? Mesela bizden olanı çok sever, merhamet ederiz yoğun bir koruma ve kollama duygusu duyarız onlara, yani çocuklarımıza karşı. Güzel olanı severiz hatta aşık olup gönülden bağlanırız, kıymet veririz. Kötüden kötülükten nefret eder ve hatta kötüye, kötülüğe karşı yok etme cezalandırma isteği bile duyarız bazı zamanlar..Acaba Ruh olgusu muydu bunları kontrol eden?
   Bununla beraber özgür kılınmış irademiz de vardı. İstediğimizi yapar istemediğimizi yapmayız. Yani bu dünya da takdir yetkisi bize aittir çoğu zaman..
    Tüm bunlara baktığımız da aklımız, ruhumuz ve özgür irademizde acaba Yüce Yaradanın izleri mi vardı? diye düşünmemek içten bile değil aslında...     ve acaba MAYALANDIK MI? Yaradan tarafından! varın siz düşünün...

   Ne der MEVLANA Hazretleri; " Bozuk olunca maya; ne ar tanır ne haya."

 Kutsal Kitabımız da bu konu bizlere şu şekilde bildirilmiştir;

  "Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!»"  Hicr-29

   "Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın." Sad-72  


Mayası sağlam olanlardan olabilmek dileğiyle...




4 Aralık 2017 Pazartesi

ADAM!

  

     Zaman zaman, Adam gibi adam!!! Adam mısın sen!!! Bırak ya hu o da adam mı!.. gibi söylemlerde bulunuruz. Peki adamlık nedir? Kime göre, neye göre adam olunur acaba? Adamlığın cinsiyetle ilgisi var mıdır? 


    Adam; Adem (a.s.) ile doğdu, O'nunla varlık buldu aslında. ilk adam Adem (a.s.) 'dı şüphesiz. Yaratıcının kıymetlisiydi ilk insan Adam, Adem... 
   Yaradılışta kusursuzdu, hatasızdı belki de. Yaratıcının, meleklerin bile önünde secde etmelerini isteyecek kadar değerlisiydi, Adem...(a.s.)

     Hiç süphe yok ki adam olmak, adem olmak Yüce Yaratıcı' ya göredir. O' nun öğütlerine uymak, emir ve yasaklarına itaat etmektir böyle başlar adamlık aslında. Nedir bu öğütler? Din öğretisidir esasında, yani Yaratıcı bu öğretide doğruluğu, dürüstlüğü, kalp kırmamayı, yardımlaşmayı, büyüklere, anne ve babaya saygıyı, küçükleri sevmeyi, israf etmemeyi ve emanete ihanet etmemek gibi daha birçok  toplumca kabul görmüş değer  yargılarına uymayı öğütler. 
    Bu öğretide Yaratıcı, Adem oğluna Adam olmayı öğretir aslında. Adam gibi adam olmayı!!! 
    Bunun yanında Adem oğluna özgür irade ve nefis dediğimiz kontrol etmekte zorlandığımız arzu ve istekleri yüklemiştir Yüce Yaratıcı. Özgür irademizle seçeriz yaşama şeklimizi. Yani Yaratıcının öğütlerine uyma yada uymama özgürlüğü bize aittir. Adem oğlu bu öğütlerden bu değer yargılarından uzaklaştıkça Adamlık dediğimiz tanımlamadan da uzaklaşır şüphesiz. Mesela yalan söylemek, dürüst olmamak, ihanet etmek (mala veya insana), israf etmek, iftira etmek bir adamlık göstergesi değildir. Toplumca kabul görülen değer yargıları aynı zamanda bir din öğretisidir. Diyebiliriz ki bunlardan uzaklaşmak adamlıktan uzaklaşmakla eşdeğerdir.   

  Adamlık konusunun cinsiyetle ilgisi var mıdır? Adam dediğimiz Adem oğluna itaat eden, seven ve saygı duyan kadın, Adem' in, Adamın baş tacı olmuş, Adamlığın da üstünde yerini almıştır vesselam...


Çok Kıymetli ağabeyime ithafen...

1 Aralık 2017 Cuma

SÜS

         Canlılar neden olduğundan daha güzel görünmek isterler? Neden böyle bir çaba içerisindedirler sürekli, hiç düşündük mü? Olduğundan güzel veya gösterişli görünmek aslında bir aldatmaca mıdır? 
         Doğadaki bir çok canlıda, kendisini karşı cinse beğendirme ve karşı cinsi etkileyebilme çabası vardır.  Fakat bu, canlılar için akılcı değil iç güdüsel bir davranıştır. Tek amaçları, türlerini sorunsuz bir şekilde devam ettirebilmektir.                                                   Mesela, kemancı yengeçlerinin kendisinden daha küçük kıskaçlı yengeçleri komşu edinerek  bölgesinde en gösterişli ve en büyük kıskaçlı yengeç olma çabası, tamamen dişiyi aldatarak elde etme davranışıdır. Çünkü dişiler en büyük kıskaçlı erkeği seçerler. 
      Yine erkek çardak kuşu, eş olarak seçilebilmek için şaşılacak bir şekilde yuvasını süsleyerek dişi çardak kuşunu etkilemeye çalışır. Süse ve yuvaya aldanan çardak kuşu eşini bu sayede seçer. Bunun gibi daha bir çok örnek verilebilir. Hatta bitkiler gösterişli çiçekleri ve etkileyici kokularıyla, arıları çekerek tozlaşmayı sağlarlar.                                                          Canlılar kendilerini süsleyip gösterişli hale getirerek bunu eş seçiminde ciddi bir şekilde kullanıp sağlıklı bir şekilde türlerinin devamını sağlarlar. Bunun bir süs ve aldatmaca olduğu fark edilse bile artık sonuca ulaşılmıştır. 
       Peki biz insanlar neden olduğumuzdan daha güzel görünmek isteriz? Bugün Sosyal medya hesaplarında insanların olduğundan çok daha güzel görünmesinin altında teknolojik süslenmenin olduğunu şüphesiz hepimiz biliriz. Erkek olsun bayan olsun bir çoğumuz için durum böyledir.  
   Profil fotoğrafı seçerken en doğal halimizi paylaşmayız şüphesiz, en azından yeni nesil teknoloji istemesek de güzelleştirmiştir bizi, olduğumuzdan daha fazla...
   Canlılar doğal süslenme yöntemlerini kullanırken biz insanlar teknolojiyi kullanarak aldatırız birbirimizi ve maalesef aldanırız da! Hatta sosyal medyada ünlülerin makyajsız halleri konusu çoğu zaman ilgimizi çekmiş ve ne kadar aldandığımızı bize göstermiştir. Eskiden ünlü film yıldızlarının bu süslü hallerine hayranlıkla bakarken şimdilerde herkes bir film yıldızı gibi görünür olmuştur bu sayede!
  
    Sonuç olarak süs biz insanları aldatan bir faktör mü olmuştur yoksa "öz güvenimizi yükselten" bir etken mi? 
  Varın orasını siz bulun,  Sağlıcakla DOĞAL kalın...
   
   

29 Kasım 2017 Çarşamba

SİHİRLİ AYNA


      İnsan insana baktığında kendisini görür aslında, gördüğü şey kendi varlığıdır!  yani insanlığıdır...

"Aynalar türlü türlüdür. Yüzünü görmek isteyen cama bakar, özünü görmek isteyen cana bakar."  der.  MEVLANA

"..Özünü görmek isteyen cana bakar." Evet, özümüz candadır şüphesiz. İnsanlığımız dır, varlığımızdır ve yaratılmışların en kıymetlisi olmaktır, Öz olan. İnsana bakarken kusur görmemektir bakışların en güzeli elbette. 
   Kusur görmek için bakarsak biliriz ki muhakkak vardır bir kusur, kendimizde de olduğu gibi. İnsanız kusur bulmak zor değildir, çünkü insan zayıf yaratılmıştır. 
  Hayatımızın hemen her döneminde birçoğumuz, insanların renklerinden ve çeşitliliğinden dolayı kusur görüp konuşmuştur muhakkak, hatta bu kusurlarından dolayı onları aşağıladığı bile olmuştur, kendisine hiç bakmadan kendi kusurlarını, hatalarını hiç görmeden hemde. 
      Bir başkasının kendi kusurlarımız hakkında konuştuğunda tepki gösterip kızdığımız olmuştur illa ki. Bu kızgınlığımızın sebebi ise kendi kusurlarımızı kabullenmediğimiz dendir aslında. Çünkü hata kabul etmek zordur biz insanlar için. İnsan kendisinin kusursuz olduğunu düşünür çoğu zaman.
   Zayıflığımızın bize kattığı en büyük hatalardan yanlışlardan biridir bu! Bu yanlıştan kurtulmanın güzel bir yoludur, insana baktığında kendini görebilme erdemi. Bu erdeme sahip olmanın yolu da "SİHİRLİ AYNAYA" bakmaktır. 
           Baktığımızda kendimizi değil özümüzü görmek ve her insana da böyle bakabilmektir...

    "Kusur arıyorsan tüm aynalar senin"
                                                     MEVLANA



  

27 Kasım 2017 Pazartesi

VAR MISIN? YOK MUSUN?

  
     Yokken var olduk, varlığımızdan bi haber. Varken yok olacağız yokluğumuzdan bi haber...
                                     R&S

         Karanlıklar içinde varlığımızın bile farkında değil iken sonraları varlığımızı fark ettik. Güzel şeydi var olmak, güzel şeydi aydınlık. Başlarda bilemedik yok olmak için var olduğumuzu sonraları öğrendik ki yok olmakmış varlığımızın sonu!
      Nefes almak yaşamak güzel şey gerçekten. Gülebilmek, sevebilmek sevdirebilmek kendini, tüm güzelliklerini yaşayabilmek hayatın ve hatta bazen ağlayabilmek bile güzel şey gerçekten.
     Tüm bu güzellikler acaba hayatın kendisi miydi yoksa bir süsü mü? Aldanıyor muyuz, aldatıyor mu hayat bizi!
    Yok olacağımızı bilmek, sanki büyük bir aldanmışlığın içinde olduğumuzun bir işareti miydi acaba?

  Yeri gelmişken bir hikayeden bahsedelim.
              Hz. Ömer  bir gün işsiz bir adamı çağırır, “Sana iş veriyorum” der. Adam çekinerek ne yapacağını sorduğunda her sabah kapısına gelip vurarak “Ölüm var ey Ömer, ölüm var!” diye bağırmasını, kendisine ölümü hatırlatmasını ister. Ertesi sabah adam gelip “Ölüm var ey Ömer!” diye bağırınca çıkıp bir altın öder. Ondan sonra da bu sahne her sabah tekrarlanır. Çevredekiler çok geçmeden bu durumu fark edip olup biteni şaşkınlık ve merakla izlemeye başlarlar. Ama hiç kimse Hz. Ömer'e ne olup bittiğini soramaz. Adamcağız her sabah iki cümlesini söyler, bir altınını alıp gider. En sonunda biri dayanamayıp sorar: “Ya Ömer! Bu adam her sabah kapında bekliyor, dışarıya çıktığında sana bir cümle söylüyor ve sen de ona her sabah bir altın veriyorsun, çok değil mi?” Hz. Ömer “Hayır” diye cevap verir; “çok değil, çünkü onun söylediği şey benim o günkü kararlarım ve bilgilerim içinde en önemlisidir...” Aradan aylar geçer. Bir sabah, adam yine kapısında beklemekteyken Hz. Ömer dışarı çıkar fakat adamı konuşmadan durdurur: “Al bu bir altını ve git, bundan sonra gelmene gerek yok...” Adam böylesine kolay bir işten iyi para kazanmaya alışmıştır, sormadan edemez: “Neden?” “Çünkü” der Hz. Ömer; “bu sabah aynada sakalımda ak bir tel gördüm. Ben her sabah çoğalan ak telleri gördükçe o sözü kendi kendime hatırlayacağım...” 
       
     Evet, yok olmak için mi var olduk acaba! yoksa yokluk dediğimiz şey varlığımızın kendisi miydi? Kesin olan şudur ki varlığımızın bir gün son bulacağı. İster buna ölümü hatırlamak diyelim ister var iken yok olmak. Varın siz düşünün!!! 

   Sevgiyle ve huzurla kalın...

  
      

25 Kasım 2017 Cumartesi

ANDROÏD HAYATLAR

  

        Gözümüz aydın nur topu gibi bir organımız oldu, öyle böyle değil tüm organlarımıza hükmeden bir organ hemde...ismini de android koyduk. Biraz robotik ama zaten bizi de robot yapan bir organ bu! adı  da pek tuhaf kaçmamış işin gerçeği.
       Evet, bu akıllı telefonlar hayatımıza öyle girmiş ki bağımlı hale gelmişiz hatta bağlamışız bedenimize. Aslında bağımlılığımız telefona değil bu telefondaki android denen sanal belleğe.
    Oyunlar, sanal sosyal ortamlar, sanal dostluklar ve hatta hayalet sevgililer... Kaptırmış gidiyoruz kendimizi... Belleğimize, benliğimize, kalbimize, beynimize, gözümüze, kulağımıza ve hatta duygularımıza hükmeder olmuş bu sanal bellek, Android! Çevremizdeki gerçek hayatı göremez olmuşuz, gerçek dostluklar kuramaz olmuşuz. Hatta dibimizdeki güzelin bile farkına  varamadan androide aşık olmuşuz. Aşkımız, sevdamız, dostlarımız uçmuş gitmiş.
      Nur topu gibi masallah...insanı öyle bağlıyor ki evlat kadar tatlı desek yalan olmaz, kim bilir bazıları için evlattan bile kıymetli belki de! Öyle olmasa elimizden düşer di değil mi?
    Neyse bazen de işe yaramıyor değil aslında canım, o kadar da hakkını yemeyelim bu organımızın. Faydalarınıda görüyoruz ara sıra, onun vasıtasıyla onu tanıtıyorum sizlere en azından.
   Ha, bu arada organ bağışı falan yaparsanız bu organınızı bağışlamayın sakın! 
   Neme lazım, yaşayacak olanı da gömersiniz sanal hayata...
      
                    Ailenizle,  dostlarınızla, arkadaşlarınızla ve sevdiklerinizle muhabbetle ve ANDROİD siz kalın...
   

24 Kasım 2017 Cuma

ELÇİ


   
  Elçiye zeval olmaz...

       
  Zeval; Suç, kabahat, sorumluluk ve bozulma anlamları taşır. 

     Bir uzlaşma sağlanması için gönderilen aracının bir sorumluluğu yoktur. Uzlaşma konusu ne olursa olsun elçiye kabahat bulunmaz,  sorumluluk yüklenemez. Tabi elçi gönderilen taraf, kötü niyetli ve uzlaşıcı değilse bırakın kabahat bulmayı kellesini bile vurdurur elçinin ve vurdurmuştur da.
      Devletler  seviyesinde baktığımızda, bir devleti başka bir devlet katında temsil eden kimsedir elçi. Aynı zamanda devlet başkanını temsil eder. Bu seviyede seçilecek elçi taraf olduğu devleti en iyi şekilde temsil etmesi için en iyi diplomatlar arasından, en iyisi seçilmelidir. Yani her konuda en iyilerin en iyisi olmalıdır. Bu mübalağa değildir olması gerekendir.

     Elçi,  devletler seviyesinde baktığımızda üzerinde ciddi sorumluluklar ve ciddi bir temsil yükü taşır. Bu seviyeden baktığımızda elçiye zeval olur gibi bir durum ortaya çıkıyor aslında.
   Diğer bir taraftan elçi, bir habere veya bir söze aracılık ediyorsa o zaman elçiye zeval olmaz denilebilir.
    
    Evet konuya böyle bir giriş yaptıktan sonra haddim olmadan elçi konusunda bir de Yaradan tarafından bakalım. 
    Bir taraf Yaratıcı diğer taraf İnsan...Elçi ise seçilmiş Peygamberler.
   Burda elçinin seçilme kriterleri, devletler seviyesinde seçilen elçiler ile yakın  benzerlikler göstermektedir. Yani en iyilerin en iyisidir seçilen...

    Nedir Peygamberlerin görevi? Şüphe yok ki Peygamber; Yaratıcının emir ve yasaklarını insanlara tebliğ eden seçkin insanlardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Yaratıcı emir ve yasakları  insanlara, refah ve huzurun tesis edilmesi barışçıl bir yaşam sürmeleri için tavsiye ve öğüt niteliğinde bildirmiştir. Bunu da Peygamberleri aracılığı ile yapmıştır. Bu konuda Kutsal Kitabımızda bizlere şu şekilde bildirilmiştir;

“Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini (inkar ve kötülüklerden) arındıran, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler." (Al-i İmran 164)

   Bu ayetten de anlaşılacağı üzere karşı tarafta iyiliği ve refahı isteyen bir uzlaşıcı Yaratıcı bulunmaktadır.

   Taraflar, biz insanlar ve Yaratıcı iken  acaba Elçiye zeval olur mu?
Elçi Peygamberler bu durumdan sorumlu tutulmamıştır sadece tebliğ eden ve Yaratıcıyı en iyi şekilde temsil eden en seçkin insanlar olmuşlardır şüphesiz.

    Bu arada şunu da eklemeden bitirmeyelim. Eğer bir taraf kötü niyetli  uzlaşıcı değilse Elçiye zeval olur hatta kellesini bile alır demiştik ya! 
       Öyle de olmuş vesselam Nice Peygamberler gönderildikleri toplumlarda  yalanlanmış, kovulmuş hatta öldürülmeye bile yeltenilmiştir.

  Salat ve Selam Tüm Peygamberlerin üzerine olsun...





23 Kasım 2017 Perşembe

ÖZGÜRLÜK




      Türk Dil Kurumuna göre Özgürlük; "Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî. " olarak tanımlanmıştır.
   Toplumsal bir varlık olan biz insanlar, yaşamsal kalitenin, özgürlüklerin derecesi ile özdeşleştiğini düşünür veya savunuruz. Yani insanlar özgür olmayı daha kaliteli ve huzurlu yaşamak için isterler. 
      Tanımda da bahsedildiği üzere kısıtlamadan, zorlamadan, bağımsız düşünmekten ve davranmaktan uzak olmak isterler. Aslında bu haklı bir istektir mizacımız gereği.
     Hal böyleyken bu özgür olma isteği yanında bir de inanç durumu söz konusudur. Bizler  yani  yaradılış gerçeğine  inanmış olanlar, inançları gereği hayatları boyunca maruz kaldığı veya mecbur olduğu bir yaşam şekilleri vardır. 
Nedir bunlar? Anlıyoruz ki bu, biz inananlar için hiç şüphesiz Yaratıcının Emir ve Yasaklarıdır. 
      Şayet inanıyorsak Yaratıcının emirlerine ve yasaklarına uymak gibi bir sorumluluğumuz ve yükümlülüğümüz vardır.  Hatta bunlar, gerçek mutluluğa ve huzura ermek için emirden ziyade Yaratıcı tarafından tavsiye niteliğinde olup baskıcı değildir. Bu emir ve yasaklar insanlar arasından seçilmişler (Peygamberler) tarafından sadece tebliğ edilmiştir,  ve hiçbir zaman zorlayıcı olmamıştır. Her ne kadar zorlayıcı ve baskıcı olmasa da inanmışlar için bu bir EMİR' dir. İnanmışlar için özgürlük kısıtlı bir kavram haline gelmiştir.
  Evet, bu durum özgürlük kavramı ile çelişmektedir aslında. Bir tarafta özgürlük, bir serbesti olarak kabul edilse de diğer tarafta inanç konusu emir ve yasaklara uyma zorunluluğu getirir ve bizi sorumlu ve bağımlı kılar.

   Bu kapsamda insanlar inanç konusunda zorlanmamış ve ÖZGÜR bırakılmıştır. Özgürlüğün gerçek manada varlığı sadece bu durumda karşımıza çıkar ve Emir-Yasaklar-Özgürlük çelişkisinde bir çıkış kapısı oluşturur.

   İnsanların inanç konusunda özgür bırakılması  ve bu konuda birbirlerine saygı göstermesi, belki de yüzyıllar boyunca barışın ve huzurun tesisinde bir kilit unsur olmuştur...

 " İnsanoğlu özgürlüğe yazgılıdır; çünkü, bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur." J.P. SARTRE



     Sevgi ve İnanç ile

   

22 Kasım 2017 Çarşamba

KISA KISA...


   Biraz da felsefeden filozoflardan devam edelim.

 Filozof demişken,  Sokrates;
"Evlenin! evlilik çok kutsal bir müessesedir. Evlenin! hanımınız iyi çıkarsa mutlu olursunuz, kötü çıkarsa filozof olursunuz..." demiştir.


Efendimiz (a.s.)' in, "Hikmet, mü'minin yitik malıdır; onu nerede bulursa alır." der. 
   
       Söz kim tarafından söylenirse söylensin ucu hikmete çıkıyorsa alınmalı, dinlenmeli ve gereği gibi yaşanmalıdır.

"Sorgulanmamış bir hayat süren insanların hayatı kendi ellerinde ya da kendi kontrollerinde değildir; onların denetimi dışarıdan gelmektedir." SOKRATES

"İnsanın, nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi, onun değersiz ve dolayısıyla mutsuz bir hayat sürmesiyle eş anlamlıdır." SOKRATES

                                         TUZ VE SU
      "Yaşlı bir usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmış usanmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Hayatındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde yaşlı usta ona bir avuç tuzu, küçük bir testi suya atıp içmesini söyler. Çırak suyu içer içmez tükürmeye başlar. Usta " Tadı nasıl? diye sordu. Çırak öfkeli bir şekilde "Çok tuzlu" diye cevap verdi. Usta gülerek çırağın kolundan tuttuğu gibi dışarı çıkardı ve yakındaki bir gölün kıyısına götürdü. Bu kez de bir avuç tuzu göle atıp gölden su içmesini söyledi. Çırak söyleneni yaptı ve ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu yine sordu:"Tadı nasıl? "Ferahlatıcı" diye cevap verdi, çırak. Yaşlı usta "Tuzun tadını aldın mı?" diye sordu. "Hayır" dedi çırak. Bunun üzerine Ustası suyun yanına diz çökerek çırağın yanına oturup şöyle dedi:

Hayattaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içerisine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey, ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya hatta derya olmaya çalış."
   Sorunlarla, sıkıntılarla mücadele edebilmeyi öğrenmeliyiz. Takılıp kalmamalı karamsar olmamalıyız. 
Yaşam bize verilmiş en güzel HEDİYEDİR.   

Sağlıcakla...